Ahmet Arıtürk Yazdı: SAĞLIK KAHRAMANLARIMIZIN 14 MART TIP BAYRAMLARINI YÜREKTEN KUTLUYORUZ! - Ahmet Arıtürk

Ahmet Arıtürk Yazdı: SAĞLIK KAHRAMANLARIMIZIN 14 MART TIP BAYRAMLARINI YÜREKTEN KUTLUYORUZ!


14 Mart, bilindiği gibi ülkemizde TIP BAYRAMI olarak kutlanır. Peki, ülkemizde 14 Mart gününün Tıp Bayramı olarak kutlanmasının gerekçesi nedir. Gerekçe, devri Osmanlıda 1827 yılının 14 Mart gününde “Tıbhane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire” adlı tıp okulunun açılması, böylece modern tıbbın hayata geçmesidir.

14 Mart Tıp Bayramı, doğrusunu isterseniz, BU YIL DA GEÇEN YIL GİBİ CORONAVİRÜS SALGINI nedeniyle buruk bir şekilde kutlanacak. Yetkililer ve etkililer kutlama mesajları yayınlayarak alınan tedbirlerden ve tıp konusunda vatandaşlara sağlanan geniş(!) imkânlardan dem vuracaklar! Muayene ve tedavinin giderek paralı olduğu ülkemizde, onbinlerce hasta tedavi imkânından yoksunken, fakir vatandaşlar, nasıl tedavi olabileceklerini koyu koyu düşünürken, başta doktorlar olmak üzere tüm sağlık görevlileri, çıkarılan yeni yasalarla düşürüldükleri durumlarından feryat ederlerken “TIP BAYRAMI” deyimi biraz garip kaçıyor.

Aslında TIBBIN BAYRAMINI DEĞİL, YASINI TUTMAMIZ GEREKMEKTE!
Tıp Bayramı kutlanırken, özellikle Çanakkale Savaşlarına katılmak için tahsillerini yarım bırakan ve genç yaşlarında ŞEHİT DÜŞEN Tıbbiye öğrencilerini rahmet ve minnetle anmamak mümkün mü! Birinci Dünya Savaşında ve Özellikle Çanakkale’de İstanbul Haydarpaşa’daki Dar-ül Fünun-u Osmani Tıp Fakültesi öğretim üyeleri ve öğrencileri büyük yararlıklar göstermiş ve muhtelif cephelerde gönüllü olarak görev almışlardı. İşte, asıl örnek alınması gereken doktorlar da bunlardır. Çanakkale’ye giden tıbbiyeli öğrenciler, 1915 yılındaki savaşlara katılmış ve birçoğu şehit düşmüşlerdir. Çanakkale Savaşlarını kutlama etkinlikleri de start almak üzereyken, 14 Mart Tıp Bayramı dolayısıyla kahraman tıbbiyelileri anmamak büyük bir eksiklik ve vefasızlık olur. Düşünün ki, bir tıp fakültesinin tüm öğretim görevlileri ve öğrencileri, Çanakkale savaşlarında şehit olmuşlardır. İşte alkışlanmaları gereken kahraman doktorlar bunlardır! Bugün de doktorlarımıza hep bu gözle bakmak istiyoruz.

Yazımızın giriş bölümünde bu gerçeği vurguladıktan sonra, Tıp Bayramının kısa tarihçesini sunarak, konuyla ilgili okuyucularımızı bilgilendirelim istedik:

Tıp Bayramı, ilk kez, 1. Dünya savaşı sonunda, İstanbul’un işgal edildiği günlerde, yabancı işgal kuvvetlerine karşı tıp öğrencilerinin bir tepkisi olarak 1919 yılında kutlanmıştır. Günümüze kadar gelen kutlamalar artık içinde bulunduğu haftayı da kapsayacak şekilde, “Sağlık Haftası” adı altında da kutlanmaktadır.

14 Mart Tıp Bayramında anılması gereken isimlerden biri de Hippocrates’tir. Yaşadığı kesin olarak bilinen ve hizmetleri sonucu tıbbın babası olarak kabul gören Hippocrates M.Ö. 460 yıllarında dünyaya gelmiştir. Bütün ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de, Tıp Okullarından mezun olanlara HİPOKRAT YEMİNİ yaptırılır. İslâm âleminde ise, tıbbın babası olarak kabul edilen LOKMAN HEKİM’DİR. Lokman Hekim’in kendi oğluna yaptığı öğüt ise meşhurdur. Yine Lokman Hekim’in, özellikle edebiyatımızda önemli bir yeri ve saygınlığı vardır.
1933’de “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” İstanbul Üniversitesi’ne dâhil olmuş, 1945’te Ankara Tıp Fakültesi, 1954’te Ege Tıp Fakültesi kurulmuş, derken bugünlere gelinmiştir. Bugün Türkiye’de tam 84 Tıp Fakültesi bulunmaktadır.

14 Mart Tıp bayramı kapsamında Büyük Atatürk’ün: “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz!” vecizesini de unutmamak gerekir.
Tarihimizde bir de altın harflerle yer alan (KAHRAMAN TIBBİYELİLER) vardır. 1921 yılında Çanakkale savaşlarına katılmak için okullarını bırakan ve hepsi de şehit düşen kahraman tıbbiyeliler. Tıp eğitimlerini yarıda keserek Gelibolu cephesine koşan üniversiteli öğrenciler, savaş sırasında şehit düşünce İstanbul Üniversitesi Tıp Fakülteleri 1921 yılında mezun verememişti.

Tıp meslek olarak ilk insanla birlikte başlamıştır. Çünkü Adem ve Havva’dan itibaren hastalıklar, yaralanmalar ve ölüm insanların kaderleri olmuştur. Daha sonra tıp işi, din işiyle karışmış, din adamları, aynı zamanda tıp adamları olarak önem kazanmışlardır.
Hazret-i İsa’nın (Cümle peygamberlere salat ve selam olsun) zamanında tıp ilminin çok ileri bir merhalede olduğu, bunun için de Hazret-i İsa’ya Ölüleri diriltmek, anadan doğma körleri iyileştirmek, baras gibi cilt hastalıklarını tedavi etmek mucizeleri bahşedilmişti. Yine bir Peygamber olduğu kabul edilen Hazret-i Lokman da tıp ilmiyle mücehhezdi.

Esatirlerde, tıp ilminde adından söz edilen ilk isim ise Aesculapius’dur. Kendisinden ilk kez İlyada’da Homeros bahsetmiştir: “Çağır Asklepios oğlunu, kusursuz hekimi” demektedir. Önce Zeus’un gazabıyla yıldırım çarpmasıyla öldürülen Asklepios daha sonra yine Zeus tarafından tıp tanrısı olarak ilan edilir. Tıp amblemlerinde yer eden, temeli doğu kültürüne dayanan ve tarihi M.Ö. 3000′ lere uzanan yılan figürü de, Asklepios ve O’nun asası ile bütünleşmiştir. Hatta Asklepios sözcüğünün grekçe “Askalabos” sözcüğünden geldiği söylenir ki, bu da yılan anlamına gelir. Ve Asklepios’un şifa veren gücünü yılandan aldığı, halkın da adaklarını Asklepios’a değil de bu yılana sunduğu söylenir. Öyle ya da böyle, yılanlı asası ile Asklepios tıp tarihinin önemli dönemeçlerinden birini tutan bir sembol olarak yerini almıştır.

Mitolojiden öte, yaşadığı kesin olarak bilinen ve hizmetleri sonucu tıbbın babası olarak kabul gören ise Hippocrates olmuştur. M.Ö. 460–450 yılları arasında Kos adasında doğan ve babası da doktor olan Hipokrat’ın tıbba katkıları ve getirdiği felsefe dünya tıp çevrelerince hâlâ kabul görür ve bu sebeple birçok ülkede hekimler mezun olurken “Hipokrat Andı” adı altında meslek yemini ederler.

Osmanlı tıbbı 15. ve 16. yüzyıllara kadar İslam tıbbının etkisi altında kalmış. Bu sırada batıda 14. yüzyılda İtalya’da başlayan Rönesans 15. ve 16. yüzyıllarda bütün Avrupa’ya yayılmış. Tıp alanında da birçok buluş ve ilerlemeler kaydedilmiş. Osmanlı’da ise 17. yüzyıldan itibaren her sahada ortaya çıkan bozulmalar tıp eğitiminde de kendini göstermiş ve tıp medreseleri eskisi kadar yeni bilgilerle donatılmış hekimler yetiştiremez olmuş. Ayrıca batıda yazılan Latince, İtalyanca, Almanca tıp kitaplarını hekimler takip edememişler, dil bilen sayısının az olması, matbaanın Osmanlı’ya geç giriş ve kitap basmanın 1729’da başlamasından dolayı kitaplar tercüme edilmemiş ve yeterince basılamamış. Az sayıda bazı Osmanlı hekimleri ve bilim adamları kendi çabaları ile dil öğrenerek bu yenilikleri takip etmişler ve bu bilgileri de katarak kendi kitaplarını yazmışlar. Ama bu bilgileri yine de hekim adaylarına yeterince iletememiş.
19.yüzyıla geldiğinde durum tıp eğitimi açısından pek iç açıcı değilmiş. Tıp medreseleri eski parlak dönemlerini kaybetmiş, hatta bazıları kapanmış. Bu arada ortalığı azınlıklardan ve Avrupa’dan gelen, yabancı hekimler sarmış. Mütabbib (tabip olmayan sahte hekim) hekimler serbest hekimlik yaparak, orduda da görev alarak birçok insanın ölümüne sebep olmuşlar. Bunların önlenmesi için birçok ferman çıkarılmışsa da engel olunamamış. Çünkü yeterli tıp eğitimi verilmediği gibi yeterli sayıda hekim yetiştirilemiyormuş. İtalyanca ve Fransızca bilen az sayıda hekim gelişmeleri takip ederek çevresinde yararlı olmaya çalışmışlar. Bunlardan Şanizade Mehmet Ataullah (1771–1826), Mustafa Behçet Efendi (1774–1834) gibi büyük hekimler bu durumdan çok rahatsız olmuşlar ve yeni tıbbın tıp eğitimine girmesini savunmuşlar.

III. Selim zamanında yeni tıp eğitimi veren, bir Tıphane açılması düşünülmüş. Teşrih (anatomi) yasağından dolayı ulemadan çekinen III. Selim buna cesaret edememiş, Rumlara tıp fakültesi kurmaları için izin vermiş. (1805). O dönemin hekimbaşısı 21 yaşında ilk hekimbaşılığını yapan Mustafa Behçet Efendi’ymiş. Bu dönemde de yeni tıp eğitimi veren bir Tıphane kurulması için çaba sarf etmiş, ama amacına ulaşamamış. Nitekim Mustafa Behçet Efendi, II. Mahmut zamanındaki hekimbaşılığı sırasında (53 yaşında) tıp eğitiminin düzeltilmesi için yeniden büyük bir çaba içine girmiş ve 1827 yılında bu amacına ulaşmış.
Sultan II. Mahmut 1826 yılında uzun zamandır uğraştığı bir meseleyi halletmiş. Düzeni tamamen bozulmuş olan yeniçeri Ordusu’nu ortadan kaldırıp (17 Haziran 1826) yeni bir ordu kurmuş (Askair-i Mansure-i Muhammediye). Bu yeni orduya bir hekim ve cerrah yetiştirilmesi gerekiyormuş. Bunu fırsat bilen hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi 26 Aralık 1826’da II. Mahmut’a, ardarda da üç dilekçe vererek, yeni tıp okulunun kurulmasının amacını, bu okulun nasıl ve nerede kurulacağı konusunda teklifini yapmış ve Padişah da onaylamış.

Bizde tıp bayramının ne zaman kutlanacağı, ya da hangi tarihle ilişkilendirilmesi gerektiği sorusu ancak yakın tarihimizde cevap bulabilmiş. Sultan II. Mahmut’un yenilikçi hareketleri sonucu, hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin de katkılarıyla batılı anlamda ilk tıp mektebi olan, Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire 14 Mart 1827 Çarşamba günü Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağı’nda kurulmuş. Bu şekilde, tıp tarihimizde 14 Mart yerini almış. Aynı bina içinde Tıphane ve Cerrahhane eğitimlerini ayrı ayrı yapıyormuş. Tıp eğitimi o yıllar batıda olduğu gibi dört yılmış, son sınıfta hocalar tarafından usta ve yetenekli olanlar tesbit edilerek sınava alını ve başarılı olanlar askeri hastanelere veya ordunun tabur alaylarına muavin tabip unvanı ile tayin ediliyorlarmış. Orada bir hekimin gözetiminde birkaç sene çalışıp deneyim kazandıktan sonra da serbest hekim oluyorlarmış.

Tıphane-i Amire 1827’den 1836’ya kadar Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağında gündüz eğitimi yapıyormuş. 1836 yılında Sarayburnu’ndaki Askeri Kışla’ya (Otlukçu Kışlası’na) taşınmış. Ayrı binada eğitim gören Cerrahhane de burada tıp eğitimi ile birleşip, eğitim yatılı hale getirilmiş. Bu binanın yetersiz hale gelmesi ile Galatasaray’daki Enderun ağaları okulu tekrar elden geçirilip duzenlenmiş ve Tıbbiye 1839’da Galatasaray’ya taşınmış. Bu okula Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane adı verilmiş.
Bu okulun 17 Şubat 1839’da açılışı Sultan II. Mahmut tarafından yapılmış ve eğitiminde yeni düzenlemeler getirilmiş. Eğitim dili Fransızca olmuş ve öğrenci alınmaya başlanmış. Eğitim dilinin Fransızca olması zamanla hekim sayısında azalmaya yol açmış. Nitekim 1867 yılında Türkçe tıp eğitimi yapan Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye (Sivil Tıp Mektebi) açılmış. 1870 yılında da askeri tıp okulunda dersler Türkçeleşmiş. 1878 yılında şimdiki Sirkeci Tren İstasyonu yanındaki Demirkapı Askeri Kışlası’na taşınmış. 1894 yılında Sultan II. Abdülhamit’in emriyle Haydarpaşa’daki Tıbbiye Binası inşa edilmeye başlanmış. Bu görkemli binaya 6 Kasım 1903’te taşınılmış. Önce Askeri Tıbbiye sonra, Sivil Tıbbiye taşınmış ve 1909 yılında iki mektep birleştirerek Darülfünun Tıp Fakültesi olmuş.

İlk tıp bayramı 14 Mart 1919’da, işgal altındaki İstanbul’da, tıp öğrencileri tarafından kutlanmış. Tepkilerini bu şekilde dile getirmeye çalışan öğrencilerin bu törenine Dr. Fevzi Paşa, Dr. Besim Ömer Paşa, Dr. Akil Muhtar (Özden) gibi dönemin ünlü hocaları da katılmış.
1933’de “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” İstanbul Üniversitesi’ne dâhil olmuş. Peşinden de 1945’te Ankara Tıp Fakültesi, 1954’te Ege Tıp Fakültesi kurulmuş. Derken bugünlere gelinmiştir.

Günümüzde de KORONAVİRÜS SALGINI ile hayatları pahasına mücadele eden ve her branjta görev alan sağlık kahramanlarını yürekten alkışlarken 14 Mart Tıp Bayramlarını yürekten kutluyoruz…

TAŞLAMALAR

DÜN DE KAHRAMANDILAR
BUGÜN DAHİ KAHRAMAN
14 MART TIP BAYRAMI
KUTLANMALIDIR CANDAN

ÇANAKKALE’DE ŞEHİT
DÜŞEN TIBBİYELİLER
GİBİ ŞEHİT SAYILIR
VİRÜSLE CAN VERENLER

HALKIN SAĞLIĞI İÇİN
HEKİM VERİYORSA CAN
(ŞEHİT) DENİLİR ONA
ŞÜPHEN OLMASIN BUNDAN

İYİ Kİ DOKTORLAR VAR
SAĞLIK İNSANLARI VAR
HALİMİZ NE OLURDU
BUNLAR DA OLMASALAR

YAZIYI PAYLAŞ!