Yazı, hukuk ve iktidar - Yasin Aktay

Yazı, hukuk ve iktidar


Yazıyı iktidarların iktidarını pekiştiren, okuma-yazma bilmeyenlere karşı bir iktidar aracı olarak sunmak isteyen yaklaşımlara karşı, onun daha ziyade devletlere karşı, halkın hukukunu koruyan bir imkân boyutunu görmeyi teklif etmiştik. Şifahi kültürde özellikle derebey sistemlerinde gücü yeten kendi sözünü istediği gibi kabul ettirdiğinde ortaya çıkan istibdadın haddi hesabı olmuyor, yazıya da dökülemiyor. Abdurrahim Karakoç’un dediği gibi, aşk kâğıda yazılmadığı gibi, iki eşitsiz insan arasında söz ile yaşanan zulüm de kâğıda yazılmıyor ve hesabını soran da olmuyor.

Belki zaman zaman bu tür derebey zulümlerine karşı şiir ve türküler direnişleri bir destan düzeyine taşırlar ve kulağını açıp dinleyenlere farklı bir hakikat ihtimalini gösterirler ancak bu destanlar hukuki bir koruma oluşturmadığı gibi o düzeye taşınıncaya kadar zalim ve despot derebeyin sözü karanlığını bir hakikat gibi tebasına yaşatmaya devam eder.

Hukuk, yazılı hukuk ve bunun kurumsallaşmış şekli, bazı heterodoks yaklaşımlara nasıl görünürse görünsün son tahlilde yöneticiye karşı yönetilene koruma sağlayan bir dayanak oluşturuyor. Şerif Mardin’in İslam tarihindeki ulema ve Şeriat okuması tam da bu açıdan oldukça uyarıcı olmuştur. Herkesin ulemayı ve Şeriatı hatta Ortodoks fıkhı sarayın iktidarını ve çıkarlarını koruma işleviyle gördüğü genel-geçer akademik yaklaşıma karşı, Şerif Mardin, bilakis Ulemanın halkın hukukunu daha fazla koruyan işlevine dikkat çekiyordu. Ulema ve yazılı bir temeli olan hukuk bilhassa yöneticinin gücünün sınırsız olmadığını ve tebaya karşı nerede durması gerektiğini hatırlatıyordu. Yazılı kültürden nasiplenmemiş halk dahi bu sayede yazıda kendine bir melce bulabiliyordu.

Yazının, kanunun, hukukun kaydı olarak bu melce işlevi ile son zamanlarda metnin tamamen okurun insafında olduğunu iddia eden yaklaşımlar arasında tabii ki aşılması gereken bir tezat görünüyor. Zira metnin kendi içinde sabit bir anlamının olmadığı, ona anlamını nihayetinde okurun verdiğini söylemek aynı zamanda yine metni yorumlamayı da bir güç meselesine dönüştürür.

Kimin gücü yetiyorsa onun metin hakkındaki okuması geçerli olacak demektir. Bu durumda metin hiçbir şey değil, aslolan yine sözdür ve söz belli bir metin hakkında veya onun vesilesiyle yine gücün sözü olmaktadır. Derrida’nın yazıya tanıdığı öncelik yazının söz esnasında kendini hissettiren güç ilişkilerinden korunaklı olduğu, söz esnasındaki güç ilişkilerinden özgürleşen okurun metni bu baskıdan uzak olarak okuyabilme imkanından geliyordu.

Oysa metni bu kadar pasifize ettiğimizde, okuru gereğinden fazla öne çıkardığımızda bu sefer metnin güç ilişkilerince araçsallaşmasına karşı nihai veya sağlam bir tedbir de öne sürülemez. Nihayetinde güç ilişkileri her yerde olduğu gibi yazının karşısında, yazının yorumunun ne olacağına karar verirken de devreye girer.

Esasen Roland Barthes’ın “Yazarın Ölümü” derken kast ettiği şey de metni tamamen okurun inisiyatifine bırakan süreci işaret ediyordu. Metin yazıldığı andan itibaren yazarın inisiyatifinden çıkmıştır. Onun tekrar canlanması yazarının kararıyla değil, onu okuyan kişinin kararı, kişiliği, kapasitesi, ufku, muhayyilesi ve niyetiyle mümkün olabiliyor. Bu durumda her metin orada cansız bir nesne gibi durmakta ama ona hayatiyet verecek kişi okurdur.

Okur ise metni “istediği” gibi yorumladığına göre artık yazarın ne demek istediğinden ziyade okurun ne anladığı ve nasıl anladığı önem kazanıyor. Bu keşfi yaptığı andan itibaren postmodern edebiyat yazarın ölümünü ilan etmiş oluyor. Tıpkı ‘Tanrı’nın ne olduğundan ziyade onun nasıl tasavvur edildiğinin önemli olduğunun düşünülmesiyle ‘Tanrı’nın ölümünün ilan edilmesi gibi. Böylece ‘Tanrı’nın ölümü teması ile yazarın ölümü teması arasındaki paralellik dolayısıyla yazarın tanrısallığı metaforu nihai noktasını bulur.

Oysa okurun metin karşısındaki konumu ve kararı metni canlandırmak açısından önemli olsa da metin okurun karşısında zannedildiği kadar pasif değildir. Metin de bir aktör olarak kendi eylemini sözün dünyeviliği dolayısıyla ortaya koyar. Edward Said, Endülüslü filozof İbn Hazm’ın zahiriyeci yaklaşımını fark ettiği andan itibaren metnin canlılığına dair düşüncelerinde önemli bir çığır açılmış olduğunu anlatır “Dünya, Metin, Eleştirmen” isimli meşhur makalesinde.

İbn Hazm burada aslında hiçbir metnin kendi anlamını aktarma özelliğinden vazgeçmese de özellikle Kur’an’ın kendine has özellikleriyle okuru ne anlaması gerektiği noktasında asla serbest bırakmadığını uzun uzun anlatır. Kur’an sadece yazılı bir metin değil, indiği günden itibaren sürekli söz olarak performansını hiç eksik etmeden okunan, kur’an olunan bir metin olarak okuru okuduğunu “istediği gibi” anlamak üzere asla serbest bırakmaz. Çünkü Kur’an’ı okuyan kişi sadece okumuyor, okuduğunu dinliyor da. Tilavet edilen metinde ağızdan çıkan söz kulakla da, sanki başkası tarafından kendisine okunuyormuş gibi dinlenilmiş, böylece o metin kendisine hitap eden bir söz olarak gerçekleşmiş de oluyor.

Bu arada okurun yorumu sözkonusu olduğunda şu “istediği gibi anlamak” lafı, metne yaklaşımda kasıtlı bir laubaliliği, lakaytlığı ve kötü niyeti de açığa vurmuş olmuyor mu? Aslında bu söz, metne yaklaşırken ki hiçbir sıradan okurun durumunu veya gerçeğini yansıtmıyor da. Hiçbir samimi okur, okuduğu metni “istediği gibi anlamak” üzere okumaya çalışmaz. Aksine okurun ilk ve nihai amacı yazarın kastettiğini yakalamaya çalışmaktır, bunda başarılı olup olmadığı, neden ve ne ölçüde başarılı olup olamadığı sorulabilir ama hiçbir samimi okurun okuduğu metinde bilerek ve isteyerek anlamı istediği gibi anlamak olmaz. Kendini ve ne yaptığını bilmeden okumaktan bahsetmiyoruz tabi.

YAZIYI PAYLAŞ!